Yağmurlu Bir Gün

Yağmur yağıyor, dün geceden beri. Hani diyorum, tarlası olanlar, rahmet bekleyenler için, iyi oldu herhalde. Çok da emin değilim tabii. Bu güne dek, ne pamuk tarlası gördüm, ne de ırgatlık yaptım. Kulaktan dolma, solmuş bilgilerle fikir yürütüyorum kendimce. Sıcak yaz gecesinde, delice sevdalı olsam da yağmura, korktuğumun ayrımına varıyorum. Eyvah! diye feryat ediyor kalbim. Ya, daha günlerce böyle devam ederse yağmaya, susmak, durmak bilmezse... onlarca alt yapı (yapısızlık) kurbanı insan daha dökülecek sokaklara, evlerinden, mallarından olacaklar. Aklıma gelen bir özdeyişi, dilime tekerleme yapıyorum hemencecik. "Mal canın yongasıdır". Mal ... , canın...., yongasıdır...!

Penceremden, İstanbul semalarına küskün bir bakış fırlatıyorum. Artık her durumda ve olayda ona kızmama alışmış görünüyor. Hatta alay bile ediyor sanırım. Bazen ona teşekkür etmemi bekliyor benden. Yazacak o kadar konuyu gizliyor ki günlüğünde. Garip bir uyumsuzlukla, uyum sağlamayı öğrendik birbirimize. Küskün bakışlar, alaycı yansımalara hazırlanırken yağmurun, şimdi daha hızlı daha deli yağdığını görüyorum.

Televizyonda kanalları karıştırıp, beni bir süre oyalayacak bir program arıyorum. Boşuna bir çabalama bu. Ne yazık ki öğleden sonra üçten altıya kadar eski Türk filmlerinden, kadınlara yönelik magazin türü programlarından ve sıkıcı söyleşilerden başka bir alternatif pek yok. Kendimi, yayın akışını hazırlayan insanların yerine koymaya çalışarak, bunca kanalın, söz birliği etmişçesine öğleden sonraları neden ölü saatler ilan ettiklerini soruyorum. Ülkemizde var olan ev hanımı sayısının ve öğrenci nüfusunun çokluğunu hesaba katarak, bu saatlerde daha eğitici ve öğretici programlar yapılabilirdi veya yayınlanabilirdi diye düşünüyorum. Hoş bunların cevabı basit. Onların reyting alması lazım ve bizim ev hanımlarımız, magazine, belgesellerden daha fazla önem veriyorlar. Yoksa, o korkunç Amerikan veya Meksika pembe dizileri, bu kadar tutmazdı herhalde.

Otomatik hareketlerle, müzik setime yöneliyorum. Şu minik canavar iyi ki de var. Ne çok günü, ne çok geceyi katlanılır hale getirip, ne hayallere zenginlik kattı. Umutsuzluğu umuda bile çevirdi bazı zamanlar. Yağmurla göz göze geliyorum yeniden, aşık olarak. Hep olduğu gibi çay hazırlıyorum kendime. Yoğun bir arzu var müzik konusunda. Emre Aydın’ın çağrısını alıyorum ve hemen CD player'ıma yerleştiriyorum. Keyif var şimdi. Bir parça huzur. Yalnızlığın en çekici ve en katlanılır olduğu zaman dilimi.

Bir kitap arıyorum. Yağmur, çay ve sıkı bir roman. Muhteşem üçlü. Yazık ki evdeki bir çok kitabı, en azından üçer kez okumuşumdur. Bulamıyorum. Alışverişe çıkmalı, birkaç kitap almalı. Ne kadar da pahalılaştı kitap fiyatları. Hem ülkemizde okur yazar sayısı düşük, hem de kitaplar epeyce fiyatlı. Yakında gazete alırken bile, şöyle bir düşünüp sonra alacağız herhalde. Yine de kıyarım parama. Düşler satın alınamaz belki, ama senin düşlerini yansıtan ve iç dünyanı zenginleştiren yazılar alınabilir.

İnce ince çiseliyor yağmur. Açık penceremden, toprak ve çimen kokusunun odama dolmasını nafile bekliyorum. Bütünleşemiyor İstanbul'un toprağıyla yağmur. Dört mevsimi aynı gün içinde yaşadığımız Bolu hatıraları üşüşüyor camlara. Sıcak bir öğle sonrasında, havanın ayaza vurması, sağanak yağmurlu sabahlardan, terleten akşamlara sıçrayan, tuhaf bir iklimi vardır oranın. En leziz olanı ise, her yağmurdan sonra bir solukta içtiğiniz o müthiş, toprak ve çimen kokusudur. Doğanın şaşırtıcı menüsü karşısında etkilenmemek olanaksızdır. Betonlaşmanın, her gelen günle doğayı yuttuğu şu günlerde, daha da hassaslaşıyorum toprak kokularına, çimenlere, çiçeklere.

Hafiften gölgeler yaklaşıyor. Farkına varmadan epeyce ilerlemiş vakit. Az sonra haberler başlayacak. Yurtta ve dünyada neler olmuş öğreneceğiz.

İstanbul'da bir 24 saati daha bitirmeye az kaldı.

Yağmur durdu!...

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

“Biz hiç beceremedik Sevmeyi de Terketmeyi de”

Özgürlük mü Mutluluk mu ?