Facebook ve Yalnızlığa Dair

Benim bu dünyada bir yerim olmadı, / Kuytu gövdemi saymazsak eğer. / Gövdem ki varla yok arası, / Hem varlığa, hem yokluğa değer… (M. Altıok)
“Ben yoktum”, biliyorum. Ne tek başına ne de kalabalıktım sadece küçücüktüm. Devleşmiş ve hormonlu dünyanın ortasında bir yerde bir noktaydım. Internet üzerinden dünyanın tüm sokaklarını gezebilirdim. Büyüteci büyüttükçe bütünleşirdim dünyanın tüm çatılarıyla, sokaklarıyla… Ve sokaklarda dolaşan milyonlarca kara benekten bir tanesiydim. Kendi evimin çatısını bulunca tüylerim ürperirdi. İçinde ben olurdum. Beni gözetleyen ben işte böylesine tedirgin ederdi beni. Çünkü her şey etrafımda böylesine devleştikçe, beni sardıkça ve gözetledikçe küçülmek isterdim. Küçüldükçe güvende hissedebilmek için. Anne rahmine dönmek gibi ütopik ve içgüdüsel bir isteğim vardı. İsteğim; her şeyden ve herkesten uzak, bilinmez bir dünyam olmasıydı, kaçıp, sığınabileceğim bir korunak, imkânsızdı. Uydular, kameralar, kimlik numaraları, şifreler, virüsler, x-rayler… Ben bir sürü sitede bir sürü kullanıcı adı ve şifreydim. Çünkü her yere ait olmak zorundaydım.“Ait olmak zorundaydım”. Dijital ağlar sanki kökleri, dalları tüm dünyayı, sokakları, evleri saran bir sarmaşık gibiydi. Herkesin içinde olduğu bir “İnsan portfolyosu” beni çağırıyordu. İlkokul arkadaşları, lise arkadaşları, iş arkadaşları, eski sevgili, çocukluk doktoru, anne, baba, herkes ordaydı… Ben böylesine önemli miydim? Öyleyse şayet beni böylesine önemsediğini söyleyen bu kadar insan, şirket, reklâm, web sitesi vs. varken ben neden böylesine önemsizdim? Ben neden böylesine bir “hiçlik” hissediyordum? “Herkesin yüzlerce arkadaşının olduğu bir yerde hiç olabilir misin” güdülenmesiyle basıyordum klavyenin tuşlarına, andaçları açıyordum… Çünkü nicelik niteliğe olan galibiyetini bas bas bağırıyordu bu sayfalardan. Paylaşımsız tanışıklıkların skorlarının yarıştığı. Sessizce kabul edilmiş bir anlaşma. Ekleyenin ve eklenenin sevilesi halleri işletenlerin milyon dolarlık hisselerine karşı… Ve herkesin yolu ne olursa olsun sevilen, kabul gören, arzulanan, popüler ve sosyal olduğu… Ben böylesine sevilen miydim yani? İşte kurgunun dayanılmaz ayartıcılığı! Öylesine yalansı öylesine kurgusal. Neden sürekli düşsel bir şeyleri gerçeğe dönüştürme telaşındaydık? Hayali senaryoların başkahramanları olarak sahneye fırlıyorduk? Gerçeğin anksiyetesine tutulmuş gibi kaçıyorduk. Kaçıyorduk çünkü yaşadığımız gerçeklik dar geliyordu. Pompalanmış egolarımıza yetmiyordu sahip olduklarımız. Onu allamalı pullamalıydık, abartmalı, saptırmalıydık. Böyleyim işte ben… Aradayım. Bu ölümsüz çelişkinin arafındayım. Benim de bir sayfam var çünkü ben de ordayım bir "natural born global" olarak... Durduğum yerden bakıyorum etrafıma, sahip olduğum ya da sahip olduğumu sandığım her şeyin son noktasında, çelişkiye bağımlı ve karşıtıyla simetrik bir karbon kâğıdı gibi... Öylesine çelimsiz, güdük ve muğlak “çelişki”min karşında duracak avuntularım. Kendimi kodlayıp, birimledim. En güzel çıktığım resmimle bakıyorum imgelerle bezenmiş vitrinimden. Beni kabul et, takdir et, beni çağır… İmajlar mı silahlarımızdı, yoksa biz mi imajların objeleri olmuştuk, bilemiyorum. Tüm bu kalabalığın ve sosyalleşme sürecinin(!) ortasında aslında tekdüze ve standart formların, birer siluetleri olarak sıkıştığımız bu düzlemde kalabalığa, kalabalığın uygarlığına entegre olabilmenin kullanma kılavuzu elimde var olmaya çalışıyordum. Tüm içi boşalmış değerleri araç olarak kullanan -tüketen- ve nihayetinde edilgenleşmiş kendini değerleştirmeye çalışan insan fenomenleri, medeniyetler ötesi bir dil, standardize yaşam tarzları, evrensel kültür formları ve sınırları çizilmiş bir uygarlık tablosu duruyor bilinçaltımıza çivili. Ait olmamı bekleyen. Ya saflaşmış bir kitle prototipi olmak ya da yalnızlığın dibine vurmak... Nasıl da korkardım kendimle kalmaktan. Oysa; “ yalnız kalmaktan daha kötü / şeyler de vardır hayatta / ama genellikle / bir ömür alır bunun / farkına varmak / o zaman da / çok geçtir / ve çok geçten / daha kötü / bir şey yoktur / hayatta.”(C. Bukowski). Bilirdim ama avunamazdım. Yine de ölümüne korkardım yalnız kalmaktan. Ya kendimden fellik fellik kaçtığım ya da ertelenmiş yüzleşmelerim yüzünden... Kendimi sevmeyi ve kendimle kalmayı bir türlü beceremediğimden. Ve işte böylesine “kendimden kaçarken kendime tutuldum”. İlkokulda alay edilmiş, aşağılanmış çocukluğum, şişman ve çirkin ergenliğim, platonik aşklarım, beni yüzüstü bırakan sevgilim, üniversitede nefret ettiklerim… Ben hepsini nasıl da unutmak istemiştim. Şimdi hepsi, bilinçaltımın en derinine tıkıştırdığım, örttüğüm, gizlediğim ve üstünde tepindiğim hepsi tüm gerçekliğiyle ve yaşanmışlığıyla karşımda duruyor. Bana fısıldıyor var olduklarını, yaşandıklarını ve gerçekliklerini. Hem de hepsi; kabullenmeyip, kaçtığım, çözmeyip unutmak için çırpındığım hepsi. Çözmeden unuttuğum… Hem ben bilmek istemiyordum kim nerede, kiminle ve nerede çalışıyor… Kimse de bana sormasın ne yaptığımı, nerelerde olduğumu. Beni kimse kendi kafasındaki sosyal sınıflamalarının içinde bir yere oturtmasın mümkünse, hiçbir yerlere koymasın beni. Böyle konuşsam da kendi kendime ne kadar da farksızım oysa. Çünkü ben de kıvrandım kim nerede okumuş, nerede çalışıyor, zayıflamış mı, çirkinleşmiş mi diye? “Zaman”dan böylesine bir avuntu arayacak kadar da yüzsüzüm işte. Böyleyim çünkü o bitmek bilmeyen rekabet duygusu, o başkalarının sayfalarında, sanki hayatlarında dolaşan bir hayalet gibi gezinip, başkalarının üzerinden tatmin olmak ve “gözetleme” tutkusu yok mu tutsak alıyor beni ne kadar dirensem de. Başkalarını gözetlemek, samimiyetsiz ve kaçamakca… Bir de “büyük ünlü uyumları” tespit etmeler, ilişkileri, arkadaşlarını gözetlemeler… Ünlü birinin adı parmaklarımın ucundan döküldükçe ve onun sayfasını açtıkça nasıl da şaşırırdım. Sterilize ettiğim, yabancılaştırdığım birinin “normal ve benim gibi” olabilmesini böyle bir yolla ölçümlediğimden. Gözetlemek istediğimden, gerçek dışı dünyamda hayaller kuracağımdan… Bu yüzdendi; herkes herkesi tutkuyla gözetledikçe herkesin gözetlenme paranoyasına tutulması bu yüzdendi. Bu paranoya kıvrandırıyordu bizi beğenilme ve kabul görme açlığıyla… Seni kendimden bilirim hesabına. Nefret ediyordum kendimden, zaaflarımdan ve zayıflıklarımdan. Herkesten farksız olmak rahatlatmıyordu ne de olsa. Aslında ait olmak istediğim kadar da “İlgi duymuyordum. Hiçbir şeye ilgi duymuyordum. Nasıl kaçabileceğime dair hiç fikrim yoktu. Diğerleri yaşamdan tat alıyorlardı hiç olmazsa. Benim anlamadığım bir şeyi anlamışlardı sanki. Bende bir eksiklik vardı belki de. Mümkündü. Onlardan uzak olmak istiyordum. Gidecek yerim yoktu ama……………….. Beş yıl uyumak istiyordum ama izin vermezlerdi.”(C. Bukowski) Kabullenemiyorum ki bu hep böyle olacak; Çelişki, sonsuza kadar…

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

“Biz hiç beceremedik Sevmeyi de Terketmeyi de”

Özgürlük mü Mutluluk mu ?