Hiç Gidilmemiş Yoldan Gitmek

Bir resim dersinde altı yaşında bir kız resim yaparken, öğretmeni yanına yaklaşır: “Ne resmi yapıyorsun?” diye sorar. Kız, “Allah’ın resmini yapıyorum.” der. Öğretmen, “İyi ama Allah’ı bugüne kadar kimse görmedi ki.” deyince kız, “Birazdan görecekler.” diye cevap verir.(Ken Robinson, TED konferansı konuşması, 2006)

Biz, çocukların bu öz güvenini ve yaratıcılığını önce ailede sonra okulda sistemli bir şekilde köreltip onları “herkes gibi düşünen, herkes gibi davranan” sıradan insanlara dönüştürüyoruz.

Oysa başlangıçta hepimiz sınırsız bir yaratıcılıkla geliyoruz dünyaya. Ne ön yargılarımız var ne utanma korkumuz. Tabuları bilmediğimiz gibi politik olmak için sebebimiz de yok.

Fakat aramızdan pek azı, bu baskıya direnip doğal yaratıcılığını korumayı başarıyor.
Albert Einstein, İzafiyet Teorisini ortaya attığı zaman henüz yirmi altı yaşındaydı. Koskoca Newton teorisine kafa tutmuştu.

“Deli” olmalıydı! Bu yaptığı çocukçaydı. Aydınlanma’nın babası sayılan Newton’a, henüz yirmili yaşlarında bir genç nasıl karşı çıkabilirdi?

Fatih Sultan Mehmet İstanbul’u fethettiği zaman yirmi bir yaşındaydı. Koca topları surlardan aşırtmayı, gemileri karadan yürütmeyi göze alacak kadar “çocuktu”. Bu cesareti ve çocuksu “inadı” ile bin yıllık Bizans imparatorluğunu sona erdirdi. Orta çağı kapatıp Yeni Çağı açtı.

Picasso , yirmili yaşlarında Avignonlu Kızlar tablosuyla bir devrim yaptı: Her şeyin “göründüğü” gibi çizildiği binlerce yıllık resim sanatına baş kaldırdı. Fütursuzdu. Kendisini eleştirenlere, daha o yaşında korkusuzca: “Cisimleri gördüğüm gibi değil düşündüğüm gibi çizerim.” diyordu. Henüz yirmi beş yaşındayken Modernizmi ve Kübizmi başlattı.

Yıllar sonra kendisiyle yapılan bir röportajda, “Her çocuk bir sanatçıdır. Sorun, çocuk büyüdükten sonra, onun nasıl sanatçı kalabileceğidir.” demişti.

Gerçekten de öyle değil mi?

Çocukların yaratıcılığı inanılmazdır. Çizdikleri resimlerde alışılmışın tamamen dışında şekiller, renkler ve birleşimler kullanırlar.
Çocukken uzay aracı çizmemiş; olmadık parçalardan yeni oyuncaklar üretmemiş; bir çizgi filmden, kitaptan, müzikten ilham alıp kimsenin aklına gelmemiş yepyeni fikirler ortaya koymamış kimse var mı?

Yaratıcı olmak, soruları hiç sorulmamış bir şekilde yeniden sormak demektir.

Göçmen topluluklarının temel sorusu “Suya nasıl ulaşırız?” olduğu için, yaşamları göç ederek geçiyordu.

Problemi, “Suyu nasıl getirebiliriz?” diye tarif edince paradigma değişti ve yerleşik tarım toplumları doğdu.

Çocuklar, sahip oldukları verileri hiç alışılmamış bir şekilde birleştirerek yeni yollar bulmakta ve problemleri yeni baştan tarif etmekte ustadırlar.

Yaratıcı oldukları kadar da cesurdurlar. Henüz ait oldukları grubun -açıkça söylenmeyen- gizli kurallarına teslim olmamış, “grupla birlikte”, “grup gibi” düşünmeye başlamamışlardır.

Çocuklar, statükodan, önyargılardan habersiz oldukları için, “politik davranmak” ya da “mahalle baskılarına” boyun eğmek zorunda hissetmezler kendilerini.

“Ezberleri bozup” yepyeni, taptaze ve capcanlı bir bakış açısı ortaya koyarlar.
Leonardo da Vinci merak duygusunun “ruhun dinamosu” olduğunu; hayata çocuksu ve meraklı gözlerle bakmanın hepimizin doğal bir içgüdüsü olduğunu söyler.

Çocukların merak duygusunu ve içlerindeki yaratıcılığı sistemli bir şekilde örseleyerek köreltmek sadece bizim toplumumuza özgü bir musibet değil. Ken Robinson, “Yaratıcılık konusunu, tıpkı okur-yazarlık için yaptığımız mücadele kadar ciddîye almamız lâzım.” görüşünü savunuyor.

Yaklaşık yedi yaşına kadar koruyabildiğimiz merak ve öğrenme motivasyonumuzu, okula başladığımız yıllarda hızla kaybederek birkaç yıl gibi kısa bir sürede ciddî, ufku dar, sıradan insanlara dönüşüyoruz.

“En kestirme yol, bildiğin yoldur.” gibi tamamen kısıtlayıcı bir bakış açısını benimseyerek yeni yollar aramayı terk ediyoruz. Bizden “oturduğumuz yerde oturmamız”, “icat çıkartmamamız” isteniyor.

Oysa değişime ayak uydurmak ve kendimizi, şirketimizi yenilemek için olaylara herkes gibi bakan zihinlere değil statükoyu sorgulayacak “acemi bakış açılarına” ihtiyacımız var ya da statükolara meydan okuyan “asilere”.

1960lı yıllarda “Bilimsel Devrimlerin Yapısı” kitabıyla “paradigma” ve “paradigma değişimi” kavramlarını ortaya atan meşhur bilim felsefecisi Thomas Kuhn, devrim niteliğinde bir çok yeniliğin “ya çok genç ve çok deneyimsiz ya da asi” kişiler tarafından yapıldığının altını çizmişti.

Gençler, kendilerine güvenleri ve cesaretleriyle, yerleşmiş kalıpları hiçe sayıp en cesur soruları sorabilir en gidilmemiş yollara girebilir; bütün “olmazları” bir kenara koyarak en “uygunsuz” cevapları bulabilirler.
Birlikte çalıştığınız genç insanlara daha dikkatli bakın, kurumun içine kök salmış düşünce kalıplarından ya habersizdirler ya da bunları hiç umursamıyorlardır.

Bir sektörün dışından gelen "yabancılar" da , gençler ve çocuklarla aynı üstünlüklere sahipler. Deneyimsiz ve ön yargısız oldukları için insanlara, durumlara, sorunlara daha açık bir zihinle bakabilme becerileri var.

Drucker, bu “acemilerin”, “körleşmiş deneyimli yöneticilere” kıyasla birçok üstünlüklerinin olduğunu ve organizasyonların bu taze zihinlerden -bir an önce onlar da “kirlenmeden” - yararlanmalarını öneriyor.

Hem gençler hem de söz konusu ortama yabancı deneyimsizler aynen çocuklar gibi en yaratıcı soruları sorup, en düşünülmemiş parçaları bir araya getirip, tabuları yıkma potansiyeline sahipler. Tartışılamaz olarak “bellenmiş” kuralları “Neden olmasın?” diye sorgulayabilirler, paradigmaları değiştirebilirler. Bu taze bakış açıları bir şirketin veya endüstrinin kaderini değiştirebilir.

Bu bakımdan kimi zaman “bilmemek” , “bilmekten” daha iyidir. Geçmişin yüklerini taşımadıımız için daha özgür davranırız.

En yaygın inovasyon yapma şekli, hiç olmayanı yaratmak gibi bir “mucitlik” işinden çok, farklı bir alanda farklı bir sorunu çözmek için kullanılan bir yöntemi kendi işimize uygulamaktır. Farklı disiplinlerden gelen farklı geçmişe sahip olanların oluşturdukları takımların daha yaratıcı olması bu nedenledir.

Birçok inovatif ürün de bu bakış açısıyla ortaya çıkmıştır. Herhangi bir alanda kullanılan bir yöntemin, yaratıcı ve zeki bir şekilde bir başka alanda uygulanması değer (ve zenginlik) yaratabilir.
Örneğin sporcular için tasarlanmış ağzı tıpalı su şişeleri, biberondan hareketle ortaya çıkmıştır.

Demlik poşeti çaylar, sadece “Poşet çaylar neden dikdörtgen olmak zorunda, yuvarlak olsa nasıl olur?” sorusu üzerine yeni bir pazar kurmuştur.

Parfüm deodorantlar, parfümün çekiciliğiyle, deodorantın koruyuculuğunun yaratıcı bir şekilde birleşmesinden başka bir şey değildir.

Icetea “Neden çay soğuk olmasın?” sorusunun cevabıdır.

İş yerinde çocuksu başlangıç zihnimize geri dönmek için bilinçli bir yol izlemeliyiz diye düşünüyorum. Çocuksu bir merak ve öğrenme tutkusuyla ezberleri bozup “Neden olmasın?” diye sorabilsek o kadar yaratıcı olabiliriz ki.

Çocuksu masumiyetini kaybetmemiş yetişkinler ve bir sektörde yeni çalışmaya başlamış olanlar yeni sorular sormakta, yeni fikirler bulmakta ve cesaretle, hızlı karar alıp yenilikleri uygulamakta çok ustalar.

Deneyimli kişiler ise mevcut fikirlerin uygulamasında daha yüksek performans gösteriyorlar; çünkü neyin, nasıl yapıdığında, nasıl sonuçlanabileceğini, meydana gelebilecek olumsuzlukların nasıl giderebileceğinde ustalar.

Şirketlerin bu "çocuksu merakı" teşvik edecek ve farklılıkları içinde barındıracak dinamik takımlar kurmasının önemine çok inanıyorum.

İş dünyasının basamaklarında yükseldikçe “bilmemek ayıp” karşılanıyor. “Her şeyi bilir” olmak zorunda hissediyoruz kendimizi.

Görkemli toplantı salonlarında, herkes tartışılan konu hakkında derin bilgisi varmış gibi davranabiliyor. “Ben hiç anlamadım.” “Ben bilmiyorum.” diyen kimseye rastlanmıyor. Çoğu zaman şirket yöneticileri, “krala elbise dikildiği” yanılgısı içinde seyrediyor yaşananları.

Hepimiz inanılmaz bir bolluk ortamı içinde, her üreticinin neredeyse aynı teklifle müşterinin karşısına çıktığını, rekabetin hiç olmadığı kadar sertleştiğini, şirket karlarının düştüğünü, şirket içinde ilişkilerin güvensizlik üzerine kurulduğunu ve giderek dünyanın daha sorunlu bir yer olduğunu görüyoruz.

Ama çoğumuz bu durumun “geçici” olduğu yanılgısı içindeyiz. “Bu yıl geçince bu kriz bitince işler düzelecek.” avuntusu içindeyiz.
Bence, eğer mevcut zihin yapılarımızı değiştirmezsek durumumuz değişmeyecek. Aynı sorunlarla hatta daha ağırlarıyla karşı karşıya kalacağız.

Bence içimizdeki çocuk da “Kralın çıplak olduğunu” görüyor. Ama kendimize itiraf edemiyoruz.

Ben, içinde yaşadığımız değişime ancak soruları yeniden sorarak, yeni çözümler bularak ayak uyduracağımıza inanıyorum, çünkü mevcut zihin yapılarımızla ancak bugüne cevap bulabileceğimize, yarını ise bu düşünce yapılarıyla karşılayamayacağımıza inanıyorum.

Geleceği hiç birimiz bilemeyiz. Geleceği tahmin etme imkânımız hiç yok.

Peter Drucker’ın dediği gibi “Geleceği tahmin etmenin en iyi yolu geleceği yaratmaktır.”

Çocuksu bir cesaretle, daha yaratıcı düşünerek.

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

“Biz hiç beceremedik Sevmeyi de Terketmeyi de”

Özgürlük mü Mutluluk mu ?