Kayıtlar

Haziran, 2011 tarihine ait yayınlar gösteriliyor

Bloga ve yazılara veda...

Yıllardır içimde akıp durur şu cümle: “Hiç kimse sınanmadığı günahın masumu saymasın kendini.” Doğrusu şu ki, sınanmamış insan çiğ insandır, kıvamını bulmamıştır. Hata ederek de olsa kıvamını bulana aşk olsun. Ayağı kayıp düşerek de olsa, dönene helal olsun. Başını duvarlara vurup da kendine gelene helal olsun. Sınanmamış adam, kalite kontrolünden geçmemiş araba gibidir. Düzgün duruşu şimdiliktir ve naylondur. Virajlarda savrulabilir, yokuşlarda freni tutmayabilir, zorlanınca yoldan çıkabilir. Hata yapmamış adam rüzgâr yememiş, kış görmemiş ağaç gibidir. Dik duruşu sahtedir. Zorlanırsa dalları kırılabilir, yerinden oynayabilir. Koca bir ömür bıraktım arkamda. Otuzbeşli yaşların eşiğindeyim. Yetişkin ve günahları olan bir insanım. Öyle ki, bazen bana hayranlıkla bakan oğlumun masum gözlerinin içinde erimeyi delicesine istediğim oluyor. Geçmişimi üzerimden kirli bir elbise gibi sıyırıp yürümek istiyorum. Kulları şahit kılmak men edilmeseydi eğer, yaptıklarımın hepsini açıkça anlatıp b

Giderim...

Resim
Onun için kibarca söyleyebileceğim iki satırlık söz var sadece.. “Öyle korkaktı ki, yaparken utanmadığı şeyi söylemeye cesaret edemedi.. Öyle acınasıydı ki, yenisini bulmadan eskisinden ayrılamadı..” Dizilerde olur ya; genelde başrollerin konuştuğu / dert yandığı böyle bilge balıkçılar falan, öyle bir insan olsaydı konuşabileceğim sadece şunu sorardım: “Birinin mutsuzluğu üzerine mutluluk kurulur mu balıkçı..?”

Bir gün ya da bir iki saat...

Boş boş konuşmak istiyorum.. Gevezelik etmek istiyorum.. Bir grup insan oturalım böyle olmayacak şeylerden bahsedelim.. Rüyalar, hayaller, kitaplar, müzikler,.. herşey olur.. Ama hiç bir cümlenin sonuna inşallah maşallah eklemeden konuşalım.. Temennilerde bulunmayalım.. Dilekler dilemeyelim.. Hatta mantıklı bile konuşmayalım.. İki cümleden biri diğerine benzemesin uyumlu, alakalı olmasın.. Hiç durmadan konuşalım.. Nefes almak için bir de arada karşıdakini dinlemek için susalım.. Ama sadece öylesine bir susmak olsun bu dinlemeyelim ne diyormuş diye.. Kaygılarımızdan bahsetmeyelim.. Dünü, yarını düşünmeyelim.. Rahat rahat konuşalım ama.. Karşımızdaki söylediklerimize alınır mı şeklinde bir tedirginliğimiz olmadan.. Hoşgörüsüz olalım, saygısız olalım ama samimi olalım.. Gerekirse sövelim özür dilemeyelim.. Nefretimizi, sevgimizi neyimiz varsa saklamadan dökelim.. Biri duyarmış taşırmış düşünmeden atalım içimizde ne varsa.. Hiç bir soruya kısa cevaplar vermeyelim.. Evet, hayır, olmaz, peki

Sıkıntı.. Bırak peşimi!

İletiler toplamı gibi değil mi hayatımız (?) Güzel bir gün geçiriyorsak kimse engel olamaz bunu facebook, twitter, messenger gibi mekanlarda paylaşmamıza.. Paylaşma isteği duyarız çünkü içimizde kocaman, durdurulamaz bir biçimde.. Çok gizli bişeyse hemen örteriz üstünü.. Sadece anlaması gerekene bir mesajdır bu o zaman.. Bazen ulaşır yerine bazen de takılır engellere.. Bişey iletmek istediğimizden değil de sadece beğendiğimiz bir söz olduğunda da aynı mekanları kullanırız.. İşte o zaman devreler karışır biraz.. Üzerine alınır bazıları deli olurum.. Niye böyle başladım ki bu yazıya? Devam edemeyeceğim sanırım bu şekilde.. Resmi oldu sanki biraz.. Hayatımda olan bitenden bahsedeyim ufacık.. Umrunuzda değil biliyorum sadece ben paylaşmak istiyorum.. Yoruluyorum bugünlerde biraz.. Bedenen değil ama.. Duygularım, düşüncelerim yoruyor beni en çok.. Bazen hiç hakim olamıyorum kendime.. Sinirime, dilime,kalbime,ruhuma.. Sürekli bir duygusallık hali mevcut üzerimde.. Nefret ediyorum kendimden b

Ne dinliyorum?

Zaman zaman bazı şarkılar bize hitap eder ruhumuzun derinliklerine işler ya işte o şarkılar bizimdir o an.. Kimin yazdığı kimin söylediği ilgilendirmez beni sahiplenirim her şeyiyle bana aitmiş gibi.. Bıkana kadar dinlerim.. Etrafımdakiler genelde benden önce bıkar zaten bu tavrımdan dolayı sonuçta benim hoşuma giden bi şarkıyı onlar beğenmek zorunda değil.. Ama bazen takılmam bunlara hiç açarım son ses bağırtırım dahası rezil sesimle eşlik ederim bi de ohh var mı daha büyük bi keyif.. Bencilce gelcek ama bazen rahatlamanın en iyi yolu başkalarını rahatsız etmektir.. Hımm bunu tavsiye etmelimiyim bilemedim şimdi.. Bu yazıya böyle abuk sabuk öğütler vermek için başlamamıştım ama kayboldum gittim yine.. Neyse şarkı paylaşmaktı amacım daha doğrusu klip.. Ben bu ara bunları dinliyorum.. Siz de izleyin, dinleyin.. Biz hiç beceremedik Sevmeyi de Terketmeyi de Alistim Susmaya Sensiz Istanbul'a Dusmanim Belki Bir Gun Ozlersin Durma Yagmur Durma Sen Gidiyorsun Sustuklarin

Çok seviyorsun değil mi?

O bir şey anlatırken suratının her bir milimini incelemekten ne dediğini anlamıyorsun. Bu yüzden hep gülümseyerek cevap veriyorsun. Bazen aptal olduğunu düşünüyor. Biliyorsun, umurunda olmuyor. Hem ona söylesen anlayabilir mi ki? “Seni izlemekten ne dediğini anlayamıyorum. Gözlerin kelimelerini örtüyor. Dudakların. Parmakların. Saçların.” Kalabalıkta yürürken, ayrı yürümeyin diye omuzundan hafifçe tutarken neler hissettiğini. Gece başını yastığının yerine, onun omuzuna koymak için her şeyi verebileceğini nereden bilebilir ki? Onun kokusundan başka kokuyu istemediğini, burnunu sızlattığını. Yanına giderken binlerce kıyafet değiştirdiğini, en sonunda eline geçen ilk şeyi giydiğini. “Nasıl gidiyor?” diye sorduklarında “Kötü gidiyor. Bilmiyor, hiçbir şeyi bilmiyor. Anlamıyor. Hissetmiyor. Öldüğümü göremiyor” demek yerine “İyi gidiyor” deyip geçiştirdiğini ve bunu derken içinde ne fırtınalar koptuğunu. Bazen yataktan kalkıp, bir bardak su niyetine onun fotoğraflarına baktığını. Susuzluğunu

Dilim tükeniyor...

ağacından dökülmüş cümleler topluyorum sana sevgimi hasretimi özlemimi sunuyorum yanımda dönüp ardına bakmadan giderken sen arkandan sular döküyorum her şimşekte korkuyorum içeme gömülüyorum seni arıyorum sessiz çığlıklarım var gün batınca uyanan hapsedilmiş gözyaşlarım.. geceleri uyumamam ondan aklımın tek işisin sen izne ihtiyacım olunca üzerini dolduruyorum susuzluktan yanarken boğazım yine aklıma esişin sanıyorum isyanlarım acımın büyüklüğünden haykırışlarım bastırılmış.. müziği son ses açarken yüreğimin sesini kısıyorum sana sesleniyorum her dakika içimden sadece bir kez cevap versen..... öyle dolusun ki içimde yazarsam atarım belki diyorum cümleler biterken gözlerinin içine bakıyorum... dilim tükeniyor ölüyorum gitmiyorsun..

İstanbul...

Seni hep sevginin, aşkın şehri olarak düşünürdüm... Ayrılığın şehriymişsin... İki yakanı birleştirmedeki beceriksizliğinden anlamalıydım... Sana kanmamalıydım... Koskoca İstanbul’da kolaysa İnsanbul...

Bunu yapmayacak kadar akıllanamadım daha...

Farkettim ki iyiyim demek için iyi olmak gerekmiyor.. Cevaplar kelimelerden ibaret.. Kimse içlerini doldurmanızı beklemiyor sizden.. Duymak istedikleri cevabı verdiğinizde tüm sorun çözülüyor.. Ölüyorum deseniz de çok farketmiyor aslında.. Başkası için ağlayabilen bir kaç aptal kaldı çünkü dünyada.. Kendinden başkası pek umrunda değil kimsenin.. İşte sırf bu yüzden bile hayatımızın kıymetini bilmeliyiz.. Çünkü bizi bizden başkası düşünmüyor.. Yıllarca bizi sevmeyen insanlara kendimizi sevdirmek için uğraştık durduk her birimiz artık yetmez mi? Onların bizi kabul etmelerini beklerken hayatımız ellerimizden kayıp gidiyor belki, değer mi? Bizi sevenleri sevmeyi öğrenmeliyiz belki artık.. Akıl avareliği bırakıp başa gelmeli, dank etmeli.. Peşinde koştuklarımıza biraz daha dikkat etmeli.. Anı yaşamalı aslında hep.. Gelecek kaygısına düşmeden, geçmişle beynimizi yemeden.. Gitmek isteyenlere izin vermeli belki.. Ki sevseler giderler miydi? Biz sevdiklerimizden gider miyiz? Sanmıyorum.. Bu yüz

Öyle bir saçmalarım ki.. İnanırsın..

.. merdivenlerden adım adım çıkmaya başladım sonra.. Bir yerden sonra biteceklerini düşündüm.. Bitmedikçe sıkıldım ve bir tanesine oturmaya karar verdim.. Bu kararın doğruluğunu oturarak düşünmek daha mantıklı geldi o an.. Sonra mantıksız bulup kalktım.. Evet biraz salaktım.. .. bir kedi yavrusu gördüm.. ben sadece yavrusunu severdim zaten ama annesi yanında yokken.. anneyi sevmezdim çünkü.. kendi annemi değil kedinin annesini.. yavrusunun yani.. neyse öyle işte.. .. çayımı doldurup yanına biraz bisküvi aldım.. niyetim içine batırarak yemekti.. çayımın kirlenmesinden korktum.. ama çay yalnız başına çok tatsız olacaktı.. bundan bir hayat notu çıkarabilirim dedim.. düşündüm buldum.. hayatımı kirleterek tadına varabilirdim ancak.. çay, içine batırılmış bisküviyle bir sorun yaşamayacaksa benim ne sorunum olabilirdi ki sadece keyfine varmalıydım.. vaayy dedim aklını arada bir kullanmalısın dostum! .. Kadife ceket giymiştim o gün.. nasıl yakıştırdım ama nasıl hoş göründüm gözüme (pehh).. üşe

Gözler...

Bazen...

(Bunu yazalı o kadar uzun zaman oldu ve yayınlamadığım halde o kadar çok okudum ki benim için eskidi bile artık..) Bazen ağzını açtığında aşk akar.. Dökülür kelime kelime.. Yol olur yare doğru.. Bazen acın diline vurur.. Konuşa konuşa bitiremezsin.. Bazen acı sessizlikte vuku bulur.. Ağzın susar yüreğin konuşur o zaman.. Dudakların hareket etmez kalbin susmaz.. Yalnızlık yoldaşın olur bazen.. Öyle sıkı sarılır ki bedenine, hiç gitmeyecek zannedersin.. Onu büyütür, sahiplenirsin.. En sadık da odur zaten.. Her zaman bekler seni bir köşede.. Her ayrılıkta ona koşarsın.. O hep ordadır.. Bilirsin.. Bazen, iç çekişlerin can çekişmelerine dönüşür.. Harcarsın hayatını cebinden.. Ölümden haber beklersin.. Her kapı çalışını ona yorarsın.. Başka beklediğin de yoktur ya zaten.. Ondan başka kapını çalmasını istediğin kimse kalmaz işte bazen.. Hüzne bürünürsün bazen.. Gecelere saklanırsın.. Fona hüzünlü bir şarkı atarsın.. Her zamanki köşene oturursun.. Elini çenene yaslarsın.. Hayal kurmaya korkark

“Biz hiç beceremedik Sevmeyi de Terketmeyi de”

Bayıldım bu şarkıya tek kelimeyle.. Öyle çok sevdim ki bağıra bağıra eşlik ediyorum.. Bıkana kadar da dinleyeceğim muhtemelen ama sözler falan içine müthiş çekti beni Sözlerini de eklemek istiyorum ki bir de siz bakın: Ah ne zormuş bitsin demek Hala severken seni Dudaklarını öpmemek Bir yabancı gibi Bilirsin ayrılık konusunda İyi değiliz ikimiz de Bir kıvılcım yeterdi her zaman Koşup geri dönmemize Değmesin ellerimiz Buluşmasın bu gözler Yine erir gideriz Unutulur yeminler Biz hiç beceremedik Sevmeyi de terk etmeyi de Aşk kokan dudakların Karşısında direnmeyi de Biz hiç beceremedik Sevmeyi de terk etmeyi de Aşk dolu mısraların Karşısında direnmeyi de İşte bir kez daha Durup karşında Belki de son defa Soruyorum sana Bitti mi hikayemiz? Bu ne biçim son böyle? Değmez miydi sevgimiz Savaşıp direnmeye? Biz hiç beceremedik Sevmeyi de terk etmeyi de Kendimize sahip çıkıp Dünyayla yüzleşmeyi de Biz hiç beceremedik Sevmeyi de terk etmeyi de Koktuğumuz o gözlerin Karşısında direnmeyi de Bitmesin

Peki Bugünün Şirketleri Çalışandan Ne Bekliyor?

Bizler çalıştığımız ortamların daha yaratıcı, daha özgür, daha pozitif olmasını ve bize daha çok yetki verilmesini istiyoruz. Peki, çalışanlar olarak biz böyle bir ortamı hak ediyor muyuz? Bunları hak etmek için bizim hangi davranışları sergilememiz, hangi sorumlulukları üstlenmemiz gerekiyor? Üretim ilişkilerinin değişmesi, işletmelerde ihtiyaç duyulan insan profilini de değiştiriyor. Sanayi toplumunun gereği olan yapılar ortadan kalkarken bürokratik organizasyonların talep ettiği insan tipi de her geçen gün azalıyor. Peki, bizler birer çalışan olarak, içinde yaşadığımız zamanın şirketlerine uyum sağlayacak bir zihin yapısına sahip miyiz? Bizim davranışlarımız bu çağa uygun mu? Değiştirmemiz gereken taraflarımız var mı? Sanayi sonrası toplumunun iş ilişkileri eskiye kıyasla çok farklı. İçinde yaşadığımız dönemin getirdiği koşullar, çalışanların şirketle olan ilişkilerini derinden etkiliyor ve değiştiriyor. İçinde yaşadığımız dönemin kendine özgü koşulları var: • Değişim çok hızlı, • B

Bugünün Çalışanlar Ne İsterler?

Bir organizasyonun amacı, insanların tek başlarına katiyen elde edemeyecekleri sonuçları, bir araya gelerek elde etmelerini sağlamaktır. Bu ancak insanların iyi ve güçlü özelliklerinin, bir lider tarafından ortaya çıkartılmasıyla mümkün olur. Şirketlerin var oluş nedeni insanların sahip olduğu potansiyeli ortaya çıkarmaktır. Peki, sizin çalıştığınız ya da bildiğiniz şirketler bunu tam anlamıyla gerçekleştirebiliyor mu? Ne kadarını gerçekleştiriyor? Sizce bu şirketler, çalışanların en iyi özelliklerinden yararlanmasını biliyor mu? Peki, ne yapılırsa çalışanların katkısını en üst noktaya çıkarmak mümkün olur? Ne yapılırsa çalışanlar gönüllü olarak kendilerini işe verirler? Google’da çalışanlar mesainin ortasında yüzme havuzuna gidebiliyorlar. Evcil hayvanlarını işe getirebiliyorlar. Ofiste bilardo ya da bilgisayar oyunu oynayabiliyorlar. Google’un yaptıklarını, bugün her şirket kolaylıkla yapamaz elbette, ama Google bize sanayi sonrası toplumunda şirketlerinin nasıl olacağını gösteren ca

Tazelenmek İçin Terk Etmesini Bilmek Gerekir

Çocukluğumuzdan beri bizlere zorluklarla mücadele etmek, ısrarcı olmak, vazgeçmemek, pes etmemek gerektiği öğretildi. Hatta bir kısmımıza sorgulamanın, düzene çomak sokmanın günah olduğu… Karşımıza imkansızlıklar çıktığında bile mutlaka bir yol bulmak zorunda hissediyoruz kendimizi. Bütün kahramanların öyküleri mücadele üzerinedir. Onlar böyle yaptıkları için kahraman olmuşlardır. Biz de onların nasıl kahraman olduklarını çok iyi öğrendiğimizden, hepimiz kahramanlığın “asla vazgeçmemek” olduğunu biliriz. Üstelik hepimizin buna benzer öyküleri vardır. Hepimizin, kendi çapında “kahramanlıkları” vardır. Kahramanlığın ne olduğunu biliriz. Direnmek, dayanmak, vazgeçmemek, pes etmemek bilinçaltımıza kazınmıştır. Fakat hayat her zaman direnmekle yaşanmıyor. Öyle anlar, öyle durumlar var ki artık gerçekçi olmak ve o işin olmayacağını, o ilişkinin yürümeyeceğini kabul etmek gerekir. Kabul etmek ve vazgeçmek gerekir. Ama vazgeçmeyi gerektiren o zamanı bilmek hiç de kolay değil. Çünkü atalarımız

Aşikar Olanı Görmek Çok Mu Zor?

Meşhur soba borusu fıkrasını bilir misiniz? Fizikçi, matematikçi, kimyacı ve jeologdan oluşan bir ekip bir araştırma için arazide bulunmaktadır. Birden yağmur bastırır. Bilim adamları hemen yakındaki bir eve sığınırlar. Ev sahibi misafirlere bir şeyler ikram etmek için mutfağa gider. Bu arada hepsinin dikkati ortada duran sobaya toplanır; çünkü soba yerden bir metre kadar yukarda, üst üste dizili taşların üzerinde durmaktadır. Üstatlar sobanın neden taşların üzerinde durduğu hakkında tartışmaya başlarlar. Kimyacı, "Adam sobayı yükselterek aktivasyon enerjisini düşürmüş, böylece daha kolay yakmayı amaçlamış olmalı.” der. Fizikçi, "Adam sobayı yükselterek konveksiyon yoluyla odanın daha kısa sürede ısınmasını sağlamak istemiştir.” diye iddia eder. Jeolog, "Burası tektonik hareketlilik bölgesi olduğundan herhangi bir deprem anında sobanın taşların üzerine yıkılmasını sağlayarak yangın olasılığını azaltmayı amaçlamış olması daha muhtemeldir.” diye bir açıklama getirir. Matem

On Adımda Yalın Çözüm

Siz bilgisayarınızın bütün özelliklerinden yararlanıyor musunuz? Peki televizyonunuzun her işlevini kullanıyor musunuz? Bırakın işlevlerini TV kanallarının hepsini izlediniz mi? Kim bilir evinizdeki bulaşık makinesi ya da çamaşır makinesinin kullanmadığınız ne çok özelliği vardır. Acaba bilgisayarların kullanmadığımız özelliklerine para vermeseydik bunları ne kadar ucuza satın alırdık? Hayatımıza giren ürünlerin işimize yaramayan ne kadar çok özelliği var ve çoğu ürün ne kadar karmaşık. Siz de benim gibi elektronik aletlerin kullanma kılavuzlarını çok karmaşık buluyor musunuz? Kullandığımız aletler daha yalın, daha sade, daha basit olsaydı hayatımız daha kolay olmaz mıydı? Bunu yapabilen bazı markalar var. Bunlar tüketicilerin beklentileini daha iyi anlıyor, ürünleri daha sade bir şekilde sunmanın yollarını ustaca buluyor. Mesela Google ana sayfasını düşünün, bu sayfada sadece bir pencereyle karşılaşıyorsunuz ve içine bir soru yazıp gönderdiğinizde bir saniyeden daha kısa bir sürede on

Bir Çalışan İşe Gelirken Evden Ne Getirmelidir?

Bugüne kadar yaptığım bütün iş mülakatlarında en çok adayın karakterini anlamaya çalıştım. Nasıl bir insan? Arkasında nasıl bir aile var? Değer yargıları ne? Benim karşıma gelene kadar hangi zorlukları aşmış? Konuştuğum bu kişi sahici mi yoksa başka birini mi oynuyor? Bir çalışanın sahip olabileceği en değerli özellik karakter bütünlüğüdür. Bir iş yeri için en doğru insan bu bütünlüğe sahip olan insandır. Bu insanlar alçak gönüllüdürler, çünkü kendilerini bilirler. Hem kendilerine güvenirler hem başkalarına güven duyarlar. Kendi duygularının farkındadırlar. Ama aynı zamanda etrafındakilerin de ruh hallerini bilirler. İnsanı anlarlar. Kimsenin onlara doğruyu göstermesine gerek yoktur. Onlar seçimlerini hep doğrudan yana yaparlar. Gelişmiş bir adalet duyguları vardır. Nereden gelip nereye gittiklerini bilen bir halleri vardır. Sanki içlerinde bir pusula vardır. Bu insanlar her yaştan her cinsiyetten olabilirler. Köyden de gelebilirler kentten de. Mutlaka en iyi okullardan mezun olmaları

Böyle Gelmiş, Böyle Gider Mi?

"Sürdürülebilirlik" çoğumuza uzak bir kavram. Sadece bilim adamlarının ilgilenmeleri gereken, politikacıların kanunlar çıkarmaları gereken bir konuymuş gibi geliyor bize. Zaten bugüne değil, yarına ait bir kavram olduğu için çoğumuzun ilgi alanına giremiyor. Sanki bu konuda yapmamız gereken hiç bir şey yokmuş gibi geliyor bize. Sürdürülebilirliğe itirazımız yok ama sürdürülebilirlik adına yaptığımız bir şey de yok. Bugünün ihtiyaçlarını karşılarken dünyanın kaynaklarını gelecek kuşaklar yararına nasıl koruyacağımız uzun yıllardır tartışma konusu oldu. II. Dünya Savaşı sonrasındaki hızlı büyümenin ekolojik dengeyi bozması üzerine, 1960’lı yılların sonlarında sürdürülebilir kalkınma kavramı tartışılmaya başlandı. Sürdürülebilir kalkınma, “bugünün ihtiyaçlarını karşılarken gelecek kuşakların kendi ihtiyaçlarını karşılayabilmeleri imkanını, onların elinden almamak" olarak tanımlanabilir. (Birleşmiş Milletler, Brundlant Raporu, 1987) Endüstri toplumu başından beri hep “daha

Lideri Başarılı Kılan Onun Yoldaşlarıdır.

Sanayi toplumunun şirket modeli bir makine gibi tasarlanmıştı. Şirket çalışanları da bu makinenin dişlileri gibi olmalıydı. Çalışanlar kendilerine verilen görevleri, hiçbir yaratıcılık katmadan eksiksiz yaparlarsa, sistem mükemmel çalışırdı. Kitlesel üretim için tasarlanmış bu model, iyi tanımlanmış işlerin tekrarlanmasına dayanıyordu. Endüstri devriminin ürünü olan bu sistemi verimli kılan, insanların nitelikleri değil, sistemin mükemmelliğiydi. Bu sebeple Henry Ford’un fabrikasında sistem ne kadar iyi tasarlanırsa, verim de o kadar artıyordu. Zaten sanayi döneminin esas hedefi, eğitimsiz ve mesleksiz yığınları üretken kılmayı başarabilmekti. Sistem, hiçbir çalışana bağımlı olmadan, “kitlenin” başarısı olarak ayakta duruyordu. Sanayi sonrası dönemin koşuları ise tamamen farklı. Bugünün şirketlerinde yapılan işlerin pek azı, tekrarlanan mekanik işlerden oluşuyor. Artık yapılan işlerin çoğunluğu, çalışanların her seferinde yeniden düşünmelerini, tasarlamalarını, karşılarına gelen sorunl

Defalarca Yenildim Bu Yüzden Başardım

Ben mesleğimi çok hata yapmam sayesinde öğrendim. Hata yapma özgürlüğüm olmasaydı kesinlikle bu kadar yol kat edemezdim. Benim şansım, araştırmacılığı öğrenirken içinde bulunduğum ortamın da buna izin vermesiydi. Üstelik bu hataları müşterilerimle paylaşarak ilerledim. Bu açık ve şeffaf davranışım, müşterilerimde kızgınlık yerine güven oluşturdu. Bunu fark ettikten sonra kendime güvenim daha da arttı. Daha sonra çalışma arkadaşlarımın yaptıkları hataları görünce bu hataları çok değerli bir fırsat olarak görüp bunları şirketin bütün çalışanlarıyla paylaşmalarını istemeye başladım. Yemedi :)) Hata yapmanın değil hatayı gizlemenin “ayıp” olduğu bir anlayış bütünlüğüne gelemedik. Aslında bu tutumumuz, hem çalışanlarımızla hem müşterilerimizle açık, şeffaf ve öğrenmeye dayalı bir ortamın oluşmasını sağlayacaktı. Araştırma sunumlarında “Biz bu araştırmanın bu sorusunu yanlış kurgulamışız, bunun cevaplarını dikkate almayın.” dediğimiz zaman hem kendimizi daha iyi hissedecektik hem de müşteril

Hiç Gidilmemiş Yoldan Gitmek

Bir resim dersinde altı yaşında bir kız resim yaparken, öğretmeni yanına yaklaşır: “Ne resmi yapıyorsun?” diye sorar. Kız, “Allah’ın resmini yapıyorum.” der. Öğretmen, “İyi ama Allah’ı bugüne kadar kimse görmedi ki.” deyince kız, “Birazdan görecekler.” diye cevap verir.(Ken Robinson, TED konferansı konuşması, 2006) Biz, çocukların bu öz güvenini ve yaratıcılığını önce ailede sonra okulda sistemli bir şekilde köreltip onları “herkes gibi düşünen, herkes gibi davranan” sıradan insanlara dönüştürüyoruz. Oysa başlangıçta hepimiz sınırsız bir yaratıcılıkla geliyoruz dünyaya. Ne ön yargılarımız var ne utanma korkumuz. Tabuları bilmediğimiz gibi politik olmak için sebebimiz de yok. Fakat aramızdan pek azı, bu baskıya direnip doğal yaratıcılığını korumayı başarıyor. Albert Einstein, İzafiyet Teorisini ortaya attığı zaman henüz yirmi altı yaşındaydı. Koskoca Newton teorisine kafa tutmuştu. “Deli” olmalıydı! Bu yaptığı çocukçaydı. Aydınlanma’nın babası sayılan Newton’a, henüz yirmili yaşlarında